Muhammed Nur'ül Arabi, Son dönem melamiliğin piri. 1813-1887 arasında yaşamış sufi. Çeşitli sufi üstadlarından ders almış olan ve hayatının büyük kısmını Anadolu ve Rumeli topraklarında geçiren Seyyid Muhammed Nur, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Üçüncü Devir Melamiliği şeklindeki tanımlanan dönemin de öncüsü kabul edilmektedir.
"Seyyid Hoca" lakabıyla da tanınan Seyyid Muhammed Nur, 1228/1813 yılında Mısır'ın başkenti Kahire'de doğmuştur. Babası Seyyid İbrahimü'l-Kudsi tarafından soyunun Muhammed'e dayandığı öne sürülmektedir. Dedesi ise, meşhur veli ve şeyh Bedrü'l-Veli'dir.
Hacı Bayrâm-ı Velî (d. 1352, Ankara, Ahiler Yönetimi - ö. 1430, Ankara, Osmanlı İmparatorluğu), Türk mutasavvıf ve şair. Safevî Tarikâtı büyüklerinden Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî'nin öğrencilerinden olan Şeyh Hamid-i Veli'nin öğrencisi ve Bayramîyye Tarikâtı'nın kurucusudur. Türbesi, Ankara'da Hacı Bayram Câmii'nin bitişiğinde bulunmaktadır.
Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lâkâbı "Hacı Bayram"dır. 1352'de Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfazıl (Solfasol) köyünde doğdu. Hacı Bayrâm-ı Velî, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaş-ı Veli yoldaşları gibi Türkçe olarak yazdı ve dönemdeki Türkçe kulanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.
II. Murad verdiği ünlü bir fermanda, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin ve talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildirmiştir.
Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u feth edeceğini II. Mehmed'in babası II. Murad'a bildirdiği rivayet olunur.
Bıçakçı Ömer Sıkkinî, Akşemseddin ile birlikte, Hacı Bayram-ı Veli'nin önemli öğrencilerindendir. Melâmetîyye/Melâmîyye-î Bayramîyye[1] adındaki tarîkatın kurucusudur.
Hacı Bayram'ın Hakk'a yürümesinin ardından, Akşemseddin ve Ömer Dede kendi ayrı şeyhliklerini kurarlar. Akşemseddin, Hacı Bayram Veli'nin Ömer Dede'de bulunan taç, hırka, asa gibi emanetlerini almak ister. Ömer Dede bunun üzerine Akşemseddin'den ertesi gün fakirhanesine gelmesini, emanetleri orada vereceğini söyler. Ömer Dede Akşemseddin'in gelişinden önce evinin bahçesine büyük bir odun yığını yaptırır ve Akşemseddin gelince de odunları tutuşturur. Sonra Akşemseddin'e emanetlerin evde olduğunu, ateşten geçerek emanetleri alabileceğini söyler. Akşemseddin ateşe giremeyince Ömer Dede kendisi ateşten geçerek emanetleri giyinir ve emanetler yanıp kül oluncaya kadar ateşin içinde dolaşır. Bu olay ile Ömer Dede tacı ve hırkayı attığı için Melami olarak tanınır ve 2. devre Melamîliğin kurucusu olur.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî,
Bahaddin bir medresenin başkanı idi ve öldüğünde, yirmi beş yaşındaki Rumi, molla olarak onun konumunu devraldı. Bahaddin'in öğrencilerinden biri olan Burhaneddin Mevlana'yı şeriat ve özellikle Mevlana'nın babasının Tarikatında 1240 a kadar eğitmeye devam etti.
Mevlana'nın kamusal yaşamı daha sonra başladı: Konya camilerinde fetvalar ve vaazlar veren bir İslam Hukukçusu oldu. Ayrıca Molvi (molla) olarak görev yaptı ve medresede ders verdi.
Bu dönemde Mevlana'nın Şam'a seyahat ettiği ve burada dört yıl geçirdiği söylenmektedir.
15 Kasım 1244'te derviş Şems-i Tebrizi ile tanışması yaşamını tümüyle değiştirdi.
HAMDÛN el-KASSÂR,Ebû Sâlih Hamdûn b. Ahmed b. Umâre en-Nîsâbûrî (ö. 271/884)
Hamdûn el-Kassâr tevazuu, bir insanın dünyada ve âhirette hiçbir kimsenin kendisine muhtaç olmadığını düşünmesi, tevekkülü de Allah’a sımsıkı bağlanma olarak tarif etmiş, ancak kendisinde tevekkül hakkında konuşma ehliyeti görmemiştir (Kuşeyrî, s. 307, 375). Sabırsızlığı da musibet ve sıkıntılardan dolayı bir bakıma Allah’ı itham etmek şeklinde değerlendirmiştir (Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 128; Ebû Nuaym, X, 231). “Bir sarhoş gördüğün zaman hemen kendine gel, kendi günahlarını hatırla, o sarhoşu kınayarak yeni bir günah işleme” ikazında bulunmuş; kendisini tenkit eden bir kişiye de, “Ne yaparsan yap benim kendimi eleştirdiğim kadar beni eleştiremezsin” demiştir (Ebû Nuaym, X, 232; İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, V, 122). Bir mahlûkun başka bir mahlûktan yardım istemesini hapiste olan bir kimsenin hapis arkadaşından yardım dilemesine benzeten Hamdûn el-Kassâr (Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 126), “Hakkın seni bilmesi halkın bilmesinden daha önemlidir” diyerek kusurları gizlemenin anlamsızlığına işaret etmiştir (Hücvîrî, s. 292). Kendi nefsini Firavun’un nefsinden daha üstün görmediğini söylemiş, nefis eğitiminde Hz. Yûsuf’un, “Muhakkak ki nefis kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) sözüne atıfta bulunarak bu peygamberin başlı başına bir “âyet” olduğunu ifade etmiştir.
İbnü’l-Arabî, ilk Kur’an derslerini “ehl-i tarîk” olduğunu bildiği komşuları Ebû Abdullah el-Hayyât adlı bir kişiden aldı. İlk halvetlerinden birinde gerçekleştiğini söylediği mânevî görüşmesinde Hz. Peygamber’in kendisine yönelttiği, “Bana sımsıkı tutun kurtulursun” şeklindeki buyruğunu hadisleri zâhiren de tahsil etme mânasında anlayarak uzun bir süre hadis ilmiyle meşgul oldu. İbnü’l-Arabî, etrafındaki ilim erbabının kendisini o dönemde hayli revaç bulmaya başlayan re’y kitaplarına teşvik ettiğini, ancak almış olduğu mânevî işaretten dolayı bu teşviklerin sonuçsuz kaldığını söyler (Kitâbü’l-Mübeşşirât, s. 90). Âlet ilimlerinin sûfî olmayan kimselerden de alınabileceği görüşünde olduğundan İbn Hubeyş, İbn Ât, İbn Bakī ve İbn Vâcib gibi hadisçilerden hadis okudu. On sekiz yaşında iken Lahmî’den kırâat-i seb‘a, aşere ve takrîb öğrenimi gördü. Lahmî’den ayrıca İbn Şüreyh’in el-Kâfî’sini, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’den de bazı hadis kitaplarının yanı sıra İbn Hişâm’ın es-Sîre’sinin şerhi olan er-Ravżü’l-ünüf isimli kitabını okudu. Kadı İbn Zerkūn’un derslerine uzun bir süre devam edip icâzet aldı (kendisi, bütün hocalarının ve okuduğu kitapların listesini el-İcâze adlı eserinin başında saymıştır [s. 23-32]). Bu suretle zâhirî ilimlerde yeterli derecede eğitim aldıktan sonra mânevî ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha fazla yönelen İbnü’l-Arabî, 580 (1184) yılında seyrüsülûkünün henüz başında iken bazı tasavvufî makamlara ulaştı (el-Fütûḥât, II, 425). Başlangıçta kendisine dertlerini açacağı hiçbir rehberi olmadığını söyleyen İbnü’l-Arabî sonraları gerek zâhir gerekse bâtın ehli birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300’ü aşkın kişinin mânevî hallerine ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûḥât, Kitâbü’l-Ḳuṭb, Dürretü’l-fâḫire ve Rûḥu’l-ḳuds gibi eserlerinde isimlerini de vererek temas etmiştir. İlk mürşidinin adını Ebü’l-Abbas el-Uryebî olarak verir. Gerçek tahkik yoluna intisabının yine bu yıllarda Hızır ile ilk karşılaşıp ondan hırka giymesinden sonra gerçekleştiğini söyler (a.g.e., I, 186).
E-Mail: 71@vahdeteyolculuk.com.tr